Sîret-Nüzûl İlişkisi Açısından Nüzûl Tertibi Meselesi [ I ]
Tefsirin en temel amacı, vahyin indiği dönemde ne anlama geldiği ve muhataplarca nasıl anlaşılıp karşılandığını tespit etmek olduğu için Siyer ilmiyle arasında zorunlu bir bağ vardır. Sahabe ve tâbiûn döneminde aradaki bağ, çeşitli şekillerde kurulmuş ve ayetlerin medlûlleri bu çerçevede belirlenmeye çalışılmıştır. Söz konusu dönemde sîret ve nüzûl ilişkinin bir uzantısı olarak ortaya çıkan konulardan biri de sûrelerin kronolojik bir tertibe göre sıralanması meselesidir.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra cem’ ve teksir faaliyetiyle birlikte ayetlerin indiği ortama dair soru(n)ların sahabe arasında sıkça konu olmaya başladığı ve özellikle tâbiûn döneminde bu tür soru(n)ların arttığı bilinmektedir. Dolayısıyla nüzûl tertibine olan ilgi, o dönemlerde artan bir seyirde takip etmiş, bir kısım ulema da Kur’an, Hadis ve Siyer’in doğru anlaşılabilmesi için sûrelerin nüzûl tertibine göre sıralanması gerektiğine kânî olmuşlardır. Ancak sahabeye ait özel Mushafların imha edilmesi ve zamanla Hz. Osman’ın istinsah ettirdiği Mushaf’ın tüm İslam coğrafyasında resmî Mushaf olarak benimsenmesiyle diğer Mushaflara dair bilgiler büyük oranda sadece tarihi vesikalarda mahfuz kalmıştır. Günümüze ulaşan en erken hadis, tarih, tefsir ve tabakât türü eserlerde sahabe ve tâbiûna ait nüzûl tertibi listelerine dair bilgilerin yanı sıra hangi sûrelerin Mekkî-Medenî olduğu, ilk ve son sırada inen ayetlerin neler olduğu bilgisine rastlanması bu dönmelerde nüzûl tertibinin önemsendiğine ve sîret-nüzûl ilişkisinin izinin nüzûl tertibinde sürüldüğüne dair fikir vermektedir. Erken dönemlerde söz konusu bilgilerin bu denli yer alması, vahyin nerede başlayıp nerede bittiğine ve hangi sûrenin/ayetin nerede, ne zaman, kim hakkında indiğine dair yoğun ilgiyi göstermektedir. Erken dönemlerde yazılmış pek çok tefsirde sûrelerin Mekkî ya da Medenî oluşuna dair bilgi vermekte bu kadar hassas davranılmasının yine aynı gayeye matuf olduğunu söylemek mümkündür.
Bununla birlikte nüzûl tertibi meselesi, sûrelerin de tevkifi olup olmadığı meselesini beraberinde getirmiştir. Bilindiği üzere Mushaf’taki âyet tertibi ile ilgili –bazı rivayetler istisna edilirse- ciddi bir itiraz bulunmazken sûre tertibiyle ilgili hayli ihtilaf bulunduğunu söylemek mümkündür. Sahabe Mushaflarının sıralamasıyla ilgili gelen bilgilerin farklılaşmasına, günümüzde yapılan yeni çalışmalar eklenir ve ufak tefek farklarla nakledilen listeler de buna dâhil edilirse 20 civarında listenin bugün mevcut olduğu söylenebilir. Bu çerçevede örnek vermek gerekirse, elimizdeki Mushaf’ta 94. sırada yer alan İnşirâh sûresi ile ilgili nüzûl sıralamasında ekseriyetle 11 ve 12. sırada yer verilmektedir. Ancak muteber olup olmadığı dikkate alınmaksızın nüzûl tertibine dair verilen bütün listelere bakıldığında tespit edebildiğimiz kadarıyla sûrenin 5, 6, 7, 8, 9, 13, 15, 16, 17, 62, 90 ve 97 şeklinde toplam 14 farklı sıralamada yer aldığı görülecektir. Bu sebeple ulemanın kahir ekseriyeti ayet diziminin tevkîfî, sûre diziminin ise sahabe içtihadına dayalı olduğunu kabul etmişlerdir.
Elimizdeki rivayetlerden yola çıkarak kaynakların verdiği bilgiye bakılırsa, nüzûl tertibinin kökeni sahabe dönemine dayanmaktadır. Hatta pek çok kaynakta, Hz. Peygamber’in vefatının akabinde ilk defa Hz. Ali’nin nüzûl tertibine göre Kur’an’ı cem’ etme gayreti içerisinde olduğu ve Mushafındaki ilk sûrenin Alak sûresi olduğu ifade edilmektedir. Hatta kimi alimlerce Hz. Ali’nin Hz. Ebû Bekir’e biat etmekte gecikmesi, söz konusu nüzûl tertibini oluşturma gayreti ile gerekçelendirilmektedir. Ayrıca Hz. Osman (ö. 35/656), İbn Abbas (ö. 68/687-88), Abdullah b. Zübeyr (ö. 73/692) gibi sahabilerden de farklı tariklerle nüzûl tertibine dair bilgiler nakledilmiştir. Keza İbn Abbâs’ın öğrencisi Câbir b. Zeyd (ö. 93/711-12), İkrime (ö. 105/723), Hasan-ı Basrî (ö. 110/728), Katâde (ö. 117/735), İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742), Cafer es-Sadık (ö. 148/765) ve Nu’mân b. Beşir’in (ö. 64/684) oğlu Muhammed gibi bazı tâbiûn âlimlerinden de farklı içeriklerde nüzûl tertibinin bulunduğu bilgisi yer almaktadır. Ancak bu bilgiler, söz konusu sahabe ve tâbiûn âlimlerinin Mushaflarının ya da eserlerinin günümüze intikalinden ziyade sonraki dönem ulemanın eserlerinde verdiği bilgilerden aktarılmıştır. İlerleyen dönemlerde ise Ali b. Ebî Talha (ö. 143/760), Berkî (ö. 274/887), Ya’kûbî (ö. 292/905), Dânî (ö. 444/1053), Mâverdî (ö. 450/1058), Hâzin (ö. 741/1341), Zerkeşî (ö. 794/1392), Fîrûzâbâdî (ö. 817/1415), Bikâ‘î (ö. 885/1480) ve Diyarbekrî (ö. 966/1582) gibi müelliflerin eserlerinde de nüzûl sırasına göre tertibin yer aldığı görülmekteyse de bu bilgiler pratiğe dönüşmemiş ve nüzûl tertibine dair bilgi notu paylaşımının ötesine geçmemiştir.
Tarihsel süreçte bir kısım tefsir uleması, Kur’an’ın nüzûl tertibi ile tilavet tertibini birbirinden ayırmıştır. Kur’an’ın nüzûl tertibine göre dizilmemesini, farklı zamanlarda inen ayetlerden oluşmasına rağmen bir bütün olarak eşsiz bir nazma sahip olduğu ve her ayetin/sûrenin birbiri ardınca gelmesinde harikulade bir hikmet bulunduğu gerekçesiyle izah etmişlerdir. Bu durum, Mushaf’taki mevcut sıralamanın Hz. Cebrail’in tilavet tertibiyle aynileştirilmesi ve münasebâtü’l-Kur’ân ilminin bu çerçevede geliştirilmesi sonucunu beraberinde getirmiştir. Bu sebeple klasik dönemde tefsir kitabiyâtı içerisinde nüzûl tertibine atfılar son derece sınırlıdır. Hatta bunlar takdim-tehir, nâsih-mensûh ve âm-hâs gibi konulara dâhil olan birkaç örnekle sınırlı kalmıştır. Sözgelimi bazı tefsirlerde nes edilen (mensûh) ayetin Mushaf sıralamasında nesh eden (nâsih) ayetten daha sonra gelmiş olması nüzûl tertibiyle gerekçelendirilmiştir. Aynı şekilde bir celsede indiği bilinip de müfessir tarafından ayetler arasında münasebet kurulamadığı zaman veya müfessirin ayetten çıkardığı fıkhî bir hükmü destekleyen bir husus keşfedildiği zaman nüzûl tertibi bir çözüm aracı olarak öne çıkarılmıştır. Sonuçta Mushaf istinsahı ile birlikte farklı Mushafların ortadan kaldırılıp Mushafların teke indirilmesiyle nüzul tertibine dair bilgiler sadece bir bilgi (rivayet) malzemesi olarak uzun bir süre tarihteki yerini almıştır. Bu süreç günümüze kadar böyle devam etmiş ve bugün hiç olmadığı kadar rağbet görmeye başlamıştır. Bir sonraki yazımızda bu sürecin son asırda nasıl değiştiğine dair mülahazada bulunmayı planlamakta olduğumuzu belirtir, şimdiden hayırlı bayramlar dilerim.